Avukatlık mesleğinde üçüncü yılımı dolduruyordum. Hala
mesleğim kucağımda ki emanet bir çocuk gibi. Karşıma çıkan
ufacık bir güçlükte dahi hemencecik vazgeçiyorum.
Hukuk okuduğuma çoktan pişman olmuşum.
Avukatlık desen hiç bana göre değil. Esnaflık hiç yok. “ Allah
razı olsun’a iş yapıyorum. Okuyup öğretmen olmak vardı
yaa! Acaba yeniden sınava mı girsem? Offf... içimdeki dırdırcı
ben, hiç susmuyor.
Hele ki bir gün önce yaşadığım olaydan sonra..!
“Bir icra dosyasından dolayı borçlu olan vatandaş, ilk
gelişinde oğlu ile birlikte gelmiş, zaman içerisinde ödeme
sözü vermiş, gün almış, ödeme günü gelip çattığında ise yanında
getirdiği evladının hastalandığını, ilerleyen günlerde
hastanede yattığını, artık kendisine verilen sürenin sonunda
ise çocuğun öldüğünü, cenazesinden dolayı gelemediğini
anlatıp durmuştu. Ben de insanım. Küçücük bir çocuğun
hikâyesiydi anlatılan. Günlerce hastanede yatması, amansız
hastalığı ve nihayetinde ölümü… Çok etkilenmiş gözyaşlarımı
tutamamıştım.
Günler geçti. Ve borç ödenmedi. Başka çarem kalmamış,
evine hacze gitmek zorunda kalmıştım. Eşi evdeydi. Başsağlığı diledim.
Çocuğun ölümüne ne kadar üzüldüğümü, lakin vazifem
gereği bu işi yapmak zorunda olduğumu anlattım.
Yüzüme garip garip baktı.
Söylediklerime anlam veremedi.
Her şeyi anlamıştım…!
Ne çocuk ölmüştü, ne de hastalanmıştı. Bana anlatılan bütün
hikaye bir yalandan ibaretti.
Kızgın ve öfkeliydim. Ama en çok da kendime..
Aldatılmış, kandırılmış, iyi niyetimin kurbanı olmuştum.
Cahilliğime tecrübesizliğime yanıyordum. Nasıl bu kadar saf
olabilmiştim. Hazmedemiyordum olanları. Akşamdan bu yana
gözüme bir saniye olsun uyku girmemişti. Bir sağa bir sola dönerken
kendime olanca hakareti reva görmüştüm… İnsanlara
olan güvenimi, inancımı kaybetmiştim. Bu mesleğin bana göre
olmadığından da emindim artık.
O günlerde bir kısım meslektaşlarımızla şehir stadyumunda
yaptığımız 45 dk’lık sabah yürüyüşleri, yeni bir güne başlamanın
ön hazırlığı, hukuki problemlerin, yeni çıkan yasaların
tartışma konusu edildiği, dolu dolu geçen zaman dilimi haline
dönüşmüştü benim ve bir kısım arkadaşlarım için.
Ne zaman hastalansam ya da strese girsem muhakkak delicesine
spor yapma isteği belirir bende. Yürümek değil koşmak
isterim. Ya da kendimden başlayarak tüm dünyayı temizleyebilmek…
İşte yine bu duygularla başladım güne.
Oldukça hızlı girmiştim stadyuma. Bir yandan yürürken
diğer yandan kendimle kavga ediyordum. Bu arada gözlerim
diğer arkadaşlarımı arıyordu... Yaklaşık 10 m kadar ileride
Hüseyin Bey’i gördüm. Benden önce gelip birkaç tur atmış
olmalıydı. Kendisi benim gibi onlarca avukata mesleki anlamda
ilmiyle ve tecrübesiyle rehberlik etmiş büyüğümüzdü.
O da beni görünce yavaşlayarak bana katılma ihtiyacı hissetmişti. Zira o gün attığım her adım, bir öncekinden daha sert
ve daha hızlı idi. Kendime olan öfke ve kızgınlığım yüzüme
yansımıştı. Ben ki; en zor anında dahi yüzünden tebessümü
eksik olmayan, kolay kolay öfkelenmeyen biriydim. Halimdeki
garipliği anlamış olacak ki ne olduğunu sormadan edemedi.
Önceki gün yaşadığım haciz olayını, borçlunun borcunu
ödememek için çocuğu üzerine insafsızca kurduğu senaryoyu,
kısacası başımdan geçenleri bir çırpıda ona anlattım. Yetmedi
isyanlarımı dile getirdim. Ve dedim ki “Ben bu işi yapamıyorum!”
O, her zamanki, ağır ve sakin tabiatıyla dinledi beni. Doğal
olarak üzülmüştü halime. Olaylara bakış açısı benden oldukça
farklıydı. Yılların verdiği tecrübe ile pişmiş, yoğrulmuştu bu
mesleğin içerisinde. Binlerce insan tanımış, bir o kadar hikâye
dinlemiş, problemler çözmüştü. Anlattıklarıma yorum getirmek
yerine yüzüme gülerek baktı ve dedi ki;
-Sakin ol! İstersen kendini bu kadar yargılamadan, Hakkında
verdiğin hü
kmü infaz etmeden bir de benim hikâyemi dinle.
Ne de olsa ben seni dinledim.
Ve başladı bana iki İsmail’in hikâyesini anlatmaya..
“-Bundan yıllar önceydi. Tutuklu olan bir müvekkil ile görüşmek
üzere çarşı merkezinde bulunan Osmaniye Kapalı Cezaevine
gitmiştim. Oldukça sıcak bir gündü. Dışarıdaki havaya
inat soğuk ve dondurucu etkisiyle insanın üstüne üstüne
gelen cezaevinin karanlık koridorlarında ilerlerken geçmişi ve
geride bıraktığım yılları sorguluyordum….
25 yıl olmuştu bu mesleğe başlayalı iyisiyle kötüsüyle geçen
tam 25 yıl. Ne hikayeler dinlemiş ne farklı hayatlara tanıklık
etmiştim bu soğuk duvarlar ardında.
İlerleyen yıllar içerisinde şehrin en iyi ceza avukatlarından
biri olmuştum. “Tuttuğunu koparır” diyorlardı benim için.
Ama bedeli vardı. İyi avukat olmak kolay değil...
İyi bir ceza avukatı olmak; hayatın büyük bir bölümünü işte
buralarda, bu koridorlarda eskitmek demek. Müvekkiline güvenmek,
sana anlatılanlara inanmak, acılarına ortak olmak, öğrendiğin
her şeye sonuna kadar sadık olmak, gizemli hayatlara
dair tüm sır perdelerini sıkı sıkı kapatarak kendi benliğinde
küllenmesine fırsat vermek demek…
Önce insan olmanın sonra da avukatlık etiğinin gereğidir
bu..
Ama öyle durumlar, öyle hadiseler var ki zaman zaman
inanmakta dahi güçlük çektiğimiz…
Dilini bağlasan vicdanın susmaz.. İnsanı yaşadıkça sorgulayan,
sorguladıkça yaralayan gerçekler vardır onların içinde.
Koridorlardan geçerken duyduğum her ses ürküntü veriyordu
bana ..
Nihayet görüşme odasına ulaştığımda, görevlinin uzattığı
ziyaret defterini imzalayarak avukatlara ayrılan yere geçtim. Kiminle
görüşmek istediğimi söyledim. Bildirdiğim isimle birlikte
mahkûm koğuşlarına anons geçilmişti. Beklemeye başladım.
Yaklaşık 4 metrekare alanı olan bu küçük odaya bir masa ve
iki sandalye ancak sığmıştı. Odanın kapısı koridora açılıyordu.
Penceresi yoktu. O gün her zamankinden farklı olarak koridor
arkamda kalacak şekilde oturmuştum. Adettendir, bizim buralarda
çay servisi yapılır. Kokusu gelmeye başlamıştı bile. .
Bir anda omzuma birinin dokunduğunu hissederek irkildim.
”Hoş geldin Hüseyin Efendi diyordu geçmişten gelen bir ses –
Korkmadım desem yalan olur. Ayağa kalkarak arkamı dönmek
istedim. Kim olduğunu merak etmiştim. Kalkmamı engellemek
için kuvvetlice bastırdı omzuma. Sesinin tonunu ayarlamaya
çalışarak kendisine karşı ani bir tepki vermemi engellemeye
çalışıyordu. Sen de kimsin? Dedim. Bu arada bana otur işareti
yaparak karşıma geçti. Hatırlamadın mı yoksa beni. Bu arada
diğer elinde unuttuğu çayı masaya bırakarak devam etti..
Ben İsmail. Öteki İsmail. Tam 5 yıl, 3 ay 25 gün oldu buradayım.
Senin ve sözlerine inandığın müvekkilin yüzünden.
Sana onlarca haber gönderdim, gelmedin… Allah büyük,. İşte
karşımdasın. Korkma! Sana bir şey yapacak değilim. Sadece
konuşmak derdimi anlatmak istiyorum. İnsanın üstüne üstüne
gelen bu duvarlar ardında yaşamak nasıldır bilir misin? E bilemezsin
tabii ki, yaşamadan bilemezsin. Suçluysan, sorun yok.
Geçen her gün cezanı çektiğin için arındığını hissedersin. Vicdanın
rahatlar. Ama gerçekten suçsuzsan benim gibi? Haksız
yere Katil damgası yemek, feryadını duyuramamak, Sesinin
duvarları aşamadan sana yeniden dönmesi, en sevdiklerinin
dahi sana şüpheyle bakması nasıldır bilir misin?
O gün de söyledim sana. Ben suçsuzum. 5 yıldır burada,
sebepsiz yere yatıyorum. Mustafa’yı ben öldürmedim. Seni aldattılar.
Sen de aldandın. Bana değil, senin İsmail’e inandın.
Ben öteki oldum senin için. İyice eğilerek gözlerini gözüme
dikti. Sessizdi feryadı. Yangındı.
İyi bak gözlerime. Yalan söylemediğimi sen de göreceksin.
Bunları sana söylemem neticeyi değiştirmeyecek biliyorum.
Artık sen de beni kurtaramazsın ama, vicdanın bundan sonra
seni de benimle birlikte mahkûm edecek. Ben şimdi sana
değil vicdanına sesleniyorum. “-Beni suçsuz yere 5 yıldır
çoluğumdan çocuğumdan ayrı bıraktın. İnsanların gözünde
haksız yere katil ettin. Ölen benim kayın biraderimdi. Ailemi
birbirine düşürdün. Eşim çocuklarım beni tanımaz oldu.
İşimi gücümü kaybettim. Artık kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı.
Ben söylemem gerekeni söyledim. Bundan sonra seni
vicdanınla baş başa bırakıyorum. Ve sizi Allah’a havale ediyorum.
.” Dedi ve bir süre sustu. Ve sonra ayağa kalktı. Eliyle
yapacak bir şey yok artık der gibi bir işaret yaparak sessizce
odadan ayrıldı. Bir anda boşluğa düştüm. Ne düşüneceğimi
ne yapacağımı bilememiştim. Neyse ki tam da bu sırada tutuklu
şahıs gelmişti. Oldukça hızlı bir şekilde görüşmeyi yaparak
cezaevinden ayrıldım.
İki gün sonra…
Cesaretimi toplayarak arşivden dosyayı çıkardım. Yaklaşık
5 yıl önce gerçekleşmişti bu olay. Sanıklar İsmail V. ve İsmail
C. yani müvekkil İsmail ve öteki İsmail. Bir yandan dosyayı karıştırırken
hadisenin seyri de gözümde canlanmaya başlamıştı.
“Üç arkadaş, İsmail V. İsmail C ve Mustafa birlikte tarlaya giderler.
Mustafa İsmail V’nin kayınbiraderi. Aralarında herhangi bir
sebepten dolayı kavga çıkar. Tartışma, küfür hakaret derken karşılıklı
birbirlerine şiddet kullanmaya kadar gider... Bir silah sesi duyulur
ve Mustafa kanlar içerisin de yere yığılır. İsmail ve öteki İsmail ne
yapacağını bilemez vaziyette şaşkındırlar. Olay yerinden kaçarak
uzaklaşmaya çalışsallar da bir süre sonra jandarma tarafından yakalanırlar.
Jandarma İsmail ve öteki İsmail’i gözaltına alır. Her ikisi
de vermiş oldukları ifadelerde diğerini suçlayarak kendilerini inkar
ederler. Savcılık her iki sanığın da tutuklanmasına karar verir. Suç
aleti olan silah kayıptır. Bulunamaz.
İsmail V; Hüseyin Bey’in müvekkili… Suçsuz olduğunu söyleyerek,
kendisini savunmasını ister. Yargılamanın devam ettiği üç
yıl boyunca her iki sanığın da tutukluluğu devam eder. Netice de
Hüseyin Bey’in müvekkili İsmail suçsuzluğuna karar verilerek beraat
eder. Öteki İsmail ise 25 yıla mahkum olur. Üç yıl boyunca
suçunu inkar ettiği için de lehine olan hükümler uygulanmaz. Verilen
karar Yargıtay’ın onamasından geçerek kesinleşir. Tutuklulukta
geçen süre içerisinde ve mahkumiyetten sonra da defalarca haber
gönderir Hüseyin Bey’e. Lakin Hüseyin Bey etik olmadığı düşüncesiyle
bu görüşmeyi kabul etmez.” Dosya böylece kapanmıştır
Hüseyin Bey için.
Ve yıllar sonra bu gün. Tozlu raflardan çıkan dosyanın kapağı
yeniden aralanıyor. İlahi adaletin tecellisi midir ki bu?
Acaba, olabilir mi? Ya gerçekten suçsuzsa… Özgürlüğünden
mahrum bırakılan bir hayatın bedeli nedir ki? Tüm bu soruların
cevabı müvekkil İsmail’in kendisinde saklı… Çağırmalı. Bir
de ona sormalı…
Ertesi gün, müvekkil İsmail’e haber gönderdim.
Birkaç saat içerisinde geldi. Neden çağrıldığını sorarken
Gözlerindeki endişe ve korkuyu görmüştüm. Kendisine, üç
gün önce yaşadığım olayı ayrıntıları ile anlattım. Ben anlattıkça
İsmail’in yüz ifadesi değişmeye başlamıştı. Öyle ki yüzündeki
ifadeden gerçeği görür olmuştum. Yılların vermiş olduğu
tecrübe kişilerin beden dilini okumayı öğretmişti bana.
Ama her şeye rağmen inkar etmeyi sürdürmüştü İsmail.
“- Mahkeme öyle karar verdi. Kanun benden yana. Suçlu
olsam Yargıtay dosyayı onar mıydı.? diyerek kendini savundu
durdu. Ama öyle bir hali var dı ki söylediklerine kendisi
dahi inanmıyordu.
—Tamam. Dediğin gibi olsun dedim. Ben sana inanıyorum.
Sadece gerçeği bir daha senin ağzından duymak istemiştim.
İsmail gitti. Giderken onun yeniden geleceğinden emindim
artık.!
İsmail ile yapmış olduğum görüşmenin üzerinden iki gün
geçti. Duruşmadan çıkıp ofisime geçmiş randevu verdiğim birkaç
kişiyle görüşmeye hazırlanıyordum. Dışarıdan sesler yükselmeye
başladı. İçeriye giren sekreterim dışarıdaki beyefendinin
ısrarla benimle görüşmek istediğini, sırada bekleyenler
olduğunu söylemesine rağmen dinletemediğini söyledi. Kim
olduğunu öğrendiğimde bırak girsin dedim.. Çünkü bekliyordum.
Tam vaktiydi. Günlerden Cuma’ydı. Sela sesleri yankılanıyordu
minarelerden. Uhrevi bir ortam. İsmail’in vicdanı
feryad ediyor olmalıydı. Hadi. Susma konuş, suçunu itiraf et
dediğini duyar gibiydim…
İçeriye girdiğinde yüzü kıpkırmızıydı. Hiçbir şey söylememeye
kararlıydım. Başı öne eğik, gözlerime bakmadan konuştu.
Bir yandan gözünden akan yaşları siliyor bir yandan da
anlatıyordu. “Sen haklıydın Avukat! – evet Mustafa’yı ben öldürdüm.
O gün üçümüz birlikte iken aramızda tartışma çıktı.
Asıl İsmail Ç idi beni tahrik eden. Dayanamadım ateş ettim.
Ona değil Mustafa’ya isabet etti. Öldürmek değildi amacım.
Ama sen de biliyorsun ki 3 yıl ben de onunla birlikte tutuklu
olarak yattım. O günden bu yana o içerde ben dışarıda mahkum.
Onun bedeni benim vicdanım mahkum. “
Silah bulunamamıştı. Sordum. Sakladığı yeri tarif etti.
“-Doğru jandarmaya gidiyorum, itiraf edeceğim” dedi.. Rahatlamıştı.
Yüzündeki öfke dolu ifadeden ve kaygıdan eser
kalmamıştı. Şimdi n’olacak diye sordu. Anlattım. Ve arkasını
dönerek geldiğinin aksine sessizce ofisimden ayrıldı.
Öğleden sonra dediği gibi yaparak jandarmaya teslim oldu.
Suçunu itiraf ederek, suç deliline ulaşılmasını sağladı. Savcılığa
verdiği ifadenin ardından tutuklanarak cezaevine konuldu.
İsmail’in vermiş olduğu ifade neticesinde Savcılık tahliye talebiyle
birlikte iade-i muhakeme talep etti. Ve Hüseyin serbest
bırakıldı. Yapılan yargılama neticesinde adalet yerini bulmuştu.
Suçu yıllar sonra da olsa itiraf ettiği için, indirimden yararlandı.
Tutuklu kaldığı süreler de mahsup edilerek İsmail’e 2.5
yıl daha ceza verildi.
Öteki İsmail, 5 yılı aşkın bir süre içeride kaldıktan sonra
İsmail’in yapmış olduğu itiraf neticesinde serbest bırakılmıştı.
Günler sonra yanıma geldi. Teşekkür ediyordu.”Baba adammışsın
avukat. Hiç ummuyordum ama sayende özgürlüğüme
kavuştum.”diyordu.
İlahi adalet tecelli etti dedim sonra, günlerdir kafamı meşgul
eden soruyu sormadan edemedim…”Tamam bu cinayeti
sen işlemedin. Lakin bu kadar çok içeride kalmanı neye bağlıyorsun?”
Cevabı oldukça manidar, hatta ibret vericiydi.”- Haklısın
Avukat. Ben dersimi aldım. O kavganın çıkmasına neden olduğum
için hak teala bana da bu cezayı layık gördü..
Anlatırken yorulmuştu Hüseyin Bey. Sanki o günleri yeniden
yaşamıştı. Konuşmasını bitirirken söylediği birkaç cümle
tüm bu olanları açıklamaya yetmişti. Paradigma değişmişti.
Artık. Olaylara bakış açım farklılaşmıştı.
Değerli Meslektaşım;
Yalnızca sen değilsin kandırılan, aldatılan. Bunlar mesleğimizin
cilveleri, yaşadıkça daha neler göreceksin. Avukatlık
mesleğini icra ederken yaşadığımız olaylardan dolayı dünden
bu güne taşıyacağımız bunca emeğimizi heba ederek,
ideallerimizi engelleyecek maniler değil, bizi daha ileriye taşıyacak,
tecrübe basamakları olmalı… Hem unutma! Hiçbir
kimse yoktur ki bu dünyada Başarı merdivenlerini güle oynaya
tırmansın.
[Av. E.Kalkan]
Avukatlık mesleğiyle uğraşmak isteyenlere duyrulur.
biraz sert olacak ama hikayede adı geçen iki avukatın da kendilerine başka meslek seçmeleri lazım.
avukatların görevi adalet tesis etmek değildir. haklıyı değil müvekkillerini savunurlar. birkaç insanın haksız yere hüküm giymesi tüm insanların savunma hakkıından çok daha değersiz bişeydir. bu mantıkla hiçbir suçlunun savunma hakkı kalmaz. bazen içimizi acıtsa da her insanın savunma hakkı vardır hüküm kesinleşene kadar da suçlarını itiraf bile etseler (belki baskıyla itiraf etti) masumdurlar.
evet, her ne olursa olsun bir vatandaşın adalet önünde "savunma" hakkına karışılmamalıdır.
bu durumda bir ilgisizliği olan varsa soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısınındır.(dediğim gibi çok düşük bir oran belki tek delil bulununca diğer delillere gerek kalmadı vs.) bir savcı olayı her yönüyle incelemelidir.
ben de bu mesleği yapacak bir zihniyette olmadıklarını düşünüyorum.
zaten bu yüzden bu konuyu açtım eğer ki "avukat" olmak isteyen arkadaşlar varsa asıl amaçlarının adaleti dağıtmak değilde müvekkillerini savunmaları gerektiğini öğrenmelidirler.